bugün, aynı rüya ile gözümü açtığım yüz elli yedinci gün.
rüyamda 3–4 yaşlarımdayım. yanımda uzun, kızıl saçlı bir kadın var. ince ve uzun boynu üzerine oturmuş güzel yüzü biraz sert ve düşünceli. tanımadığıma eminim ama yabancı gelmiyor. kadının kim olduğunu sormak için birilerine bakınıyorum ama yalnızız, kimseye soramıyorum. kadından gözlerimi kaçırdığım an, kucağımdaki bebeği fark ediyorum. beyaz, el işi, kenarları fırfırlı bir battaniyeye sarılmış uyuyor. daha önce hiç görmediğim bu bebek, daha önce gördüğüm tüm bebeklerden daha güzel. annemin televizyon izlerken yemem için hazırladığı karışıma benziyor kokusu; süt, muz ve bebe bisküvisi… en sevdiğim yiyecek gibi kokan bu şeyi o kadar seviyorum ki, kokusunu iyi duymak içim kafamı yaklaştırıyorum. tam derin bir nefes çekerken gözlerini açıyor. korkup geri çekiyorum kafamı ama elleriyle yakama yapışıyor. kulakları, gözleri, burnu, ağzı kanamaya başlıyor ve metalik bir sesle ağlıyor “senin olabilir miyim?” diye bağırarak. korkup ağlamaya başlıyorum. kadına çeviriyorum kafamı. bebeği istiyorum ama sebebini bilmediğim bir şekilde onun bir şey yapmasını bekliyorum. mavi gözleri çok kararlı bakıyor. bebeğin yakama yapışan minicik ellerini söküyor resmen. turuncu bir torbaya koyup büyük bir kutuya atıyor.
ağlayarak sıçrıyorum yataktan.
_______________ _ _______________
saat 14.32’de, randevumuza tam yirmi sekiz dakika kala bekleme salonundaki ikili, kırmızı koltuğa oturduk. yol boyunca hiç konuşmamıştık. erken gelmemiz kötü olmuştu. beklemek gerginliğimi iyice arttırıyordu. en yakın arkadaşı ayla kapıdan girdiğinde, ayla’nın selamına cevap verirken buluştuğumuz andan itibaren ilk kez sesini duydum o’nun. “merhaba” dedi. sesinde bir şeyler arıyordum ama yıllardır tanıdığım karım, bu sefer ruh haline dair hiçbir ipucu vermiyordu bana.
ikimiz de ayla’yı öpüp tekrar yerimize oturduk, ayla da karşıdaki koltuğa… gerekli olan imzayı atıp zoraki tuttuğum bu nöbeti ayla’ya teslim edecektim. hemşire o’nun adını okuduğunda birlikte doktorun odasına geçtik. gerekli belgeler hazırlanmıştı. doktor imzalamam için uzattığında, o ana kadar ilk kez gözlerine bakıp “sen daha önce okudun bunları değil mi?” dedim. asıl sorumun bu olmadığını biliyordu. gözlerini kaçırıp derin bir nefes çekti ofisin ilaç kokan havasından, “defalarca…”
ceketimin iç cebinden, babamın ilk işe başladığım gün hediye ettiği gümüş dolma kalemi çıkardım. o gün babamın oğlundan gurur duyarak hediye ettiği bu kalemle, doğmamış çocuğumun başlamayan hayatına son veriyordum şimdi. başlamayan bir şeye son vermenin mantıksızlığı haksızlığımı kanıtlıyorken, ben o’nun isteğini yerine getirip imzayı attım.
o an, elimdeki dolma kalemin ucuyla tüm iç organlarıma derin çizikler attığımı hissedememiştim. şimdiyse, o çiziklerden süzülen kanlar yüzünden yolumu bulamıyorum.
imzayı atıp kapıya yöneldim. o’nun yanından geçerken kafamı çevirip, gözlerine değil de arkasındaki pencereden görülen denize bakarak “akşam evde görüşürüz” dedim. cevap vermesini beklemeden çıktım. işe geri döndüğümde ofise sığamıyordum. o’na bir şey olacağı korkusunu kaplayacak kadar büyüyen bir pişmanlık duygusu vardı karşımda ve ben onunla savaşacak kadar güçlü hissetmiyordum şu an. kendimi üstüme gelen duvarlara boğdurmaktan vazgeçip sahile attım.
eve döndüğümde kapıyı ayla açtı bana. “hoş geldin” dedi ama sesimi çıkarmaya korkuyordum. soran gözlerimi fark ettiğinde “o iyi, içerde uyuyor. yanına git de kendin bak bir de, için rahatlasın” dedi. asıl sorumu anlayamamıştı. beni ancak o anlardı. “bitti yani öyle mi?” dedim.
kapıdan içeri girdiğimde bir kısmımı dışarıda bırakmıştım. o’nun yattığı odaya uğramadan direkt çalışma odama geçtim. kapıyı kilitleyip müzik setine yöneldim. hangisi olduğuna aldırmadan bir cd’yi koydum. sesi son ayara getirdim ve müzik başladığı an sinir sistemimin tüm iplerini koy verdim. pencerenin kenarındaki koltuğa oturmuş hıçkırarak ağlıyordum. olanlara nasıl izin verdiğimi düşündükçe kendimden nefret ediyor, o’nun bunu nasıl istediğini hala anlamlandıramıyordum.
hamile olduğunu ilk öğrendiğimiz gün, bebeği istemediğini de söyledi. bir ay boyunca kavgamız bitmedi. bunu planlamadığımızı, anne olmaya hazır olmadığını, çocuk sahibi olana kadar gerçekleştirmek istediği hayalleri olduğunu ve daha pek çok haklı bulduğu sebebini anlatırken, karşılık olarak benim de hayallerim olmasına rağmen bu çocuğu istediğimi anlatıp bebek sahibi olmanın büyüsünden bahsediyor, anlattıklarının hiçbirini düşünmeye değer görmüyordum. sonunda o’nun, uzun ve kızıl saçlarına âşık olduğum bu güzel kadının rızası olmadan bunu yapamayacağımı anladığımda dediğini kabul ettim. bir çarşamba sabahıydı ve o iki gün sonrası için randevu almıştı bile.
dünyanın en sarı cumasının öğleden sonrasında, işten çıkıp onu almaya giderken aklıma bir bebeğe ilk kez dokunduğum, hatta ilk kez bir bebek gördüğüm gün geldi. üç yaşındaydım ve ilk kuzenim doğalı sadece iki gün olmuştu. dayımların evinde hastaneden dönmelerini bekliyorduk. geldiklerinde bir curcuna oldu. herkes bebeği görmeye çalışıyor, sevgi sözcükleri ve dualarla doğumunu kutsuyordu. o güne kadar ailenin tek torunu olan biri olarak üzerimdeki ilgiyi paylaşmak zor gelmişti sanırım. fakat kıskanmaktan çok, korkuyordum bebekten. yengem tedirgin bakışlarımı yakaladığında gülümseyerek kucağıma almak isteyip istemediğimi sordu. omuzlarımı hayır anlamında yukarı kaldırdım. “gel hadi” dedi, “abisisin sen onun. bir tanış bakalım”. kanepeye oturtup kucağıma verdi bebeği, ilk kez o zaman gördüm. beyaz, el işi, kenarları fırfırlı bir battaniyeye sarılmış uyuyordu. daha önce hiç görmediğim bebek, daha önce gördüğüm her şeyden daha güzeldi. anneannem “melek gidi kokuyor maşallah” dediğinde merak ettim. koklamak için yüzümü yüzüne yaklaştırdım. herkes beni izliyordu, tanımaya çalıştığımın farkındaydılar. derin bir nefesle içime çektim kokusunu. annemin televizyon izlerken yemem için hazırladığı karışıma benziyordu kokusu; süt, muz ve bebe bisküvisi… en sevdiğim yiyecek gibi kokan bu şeyi o kadar sevdim ki o an, kafamı heyecanla kaldırıp “anne, bu benim olabilir mi?” dedim, sondaki –mi ekini isteğimin ne kadar büyük olduğunu belirtmek istercesine uzatarak. herkes gülse de, ben aslında çok ciddiydim o an. annem “baba olduğunda seninde olacak” dediğinde en kısa zamanda baba olmaya karar vermiştim, henüz 3 yaşındaydım, günlerden yine cumaydı.
_______________ _ _______________
o sarı cumayı takip eden cumartesi sabahına, yakama yapışmış her yeri kanayan bir bebeğin çığlıklarıyla uyandım, ağlayarak. hala çalışma odamdaki koltuktaydım. gözlerimi silip kalktım. nasıl uyuduğumu hatırlamıyordum. kapı hala kitliydi. kilidi çevirip kapıyı açtığımda o’nu gördüm. bitkin bir ifadesi vardı. yorgun bir sesle “günaydın” dedi. gözlerini benden kaçırıyor, onu suçladığımı sanıyordu. ama en çok, hatta sadece kendime kızdığımın farkında değildi. “günaydın” diye cevap verdim, sesimdeki soğukluğa engel olamıyor, o’nu görmeye hatırlattıklarından ötürü katlanamıyordum. “ben işe gidiyorum” deyip kapıya yöneldim. “üstünü değiştirmeyecek misin?” dediğinde asıl sorduğunun bu olmadığını biliyordum. kapıyı arkamdan çekmeden önce “bugün değiştirmeyeceğim” dedim gözlerine bakarak.
o sabahtan sonra bir daha gözlerine bakamadım. âşık olduğum kadın, bir insanın işleyebileceği en büyük suçu işlerken ortak olmuştu bana ve ben bu suçu hatırlatan hiçbir şeyi istemiyordum artık. gerekmedikçe konuşmamaya, aynı yatakta yatmamaya başladım. içinde bulunduğum ruh halini anlıyor ve bunun için kendini suçluyordu. her gün yeni bir ümitle yanıma yaklaşıyor, her yaklaştığında daha da uzaklaşmama sabırla katlanıyordu. o, bu dönemin geçeceğini düşünürken ben sadece onun gözlerine değil, çocuğumun katilini görmemek için aynaya bile bakmamaya çalışıyordum. her sabah aynı kâbusla uyanmaya başlayınca uyumaktan korkmaya, başladım. her gece uyumamak için çalışsam da, en sonunda sabaha karşı uykuya dalıyor ve gene aynı kâbusla uyanıyordum. her geçen gün daha hırçın olmaya başlamıştım.
en sonunda, o cuma gününden tam iki ay sonra, çocuğumu katledişimin 62. gününde ayrı yaşamaya başladık. bir süre yalnız kalmamın iyi geleceğini düşünerek ses çıkarmamıştı isteğime. evden çıkarken “kendine iyi bak” deyip yanağından öptüm. o kadar hızlı hareket etmiştim ki dudaklarımın yanağına değdiğinden emin değildim. çenemden tutup gözlerini gözlerime dikti. “çok uzun sürmeyecek değil mi?” dedi. bu sefer aslında sormak istediği şeyin bu olup olmadığını bilmiyorum. hiçbir şey düşünmeden “evet” dedim. kapıdan çıkarken ağladığını duydum ama dönmedim. dönmeyeceğimi ikimiz de biliyorduk. yanaklarım ıslanmaya başlamıştı. merdivenlerden inerken o’nu hala sevdiğimi düşündüm. hayalleri için çocuğumuzu kurban ederken birbirimizi kurban etmiştik istemeden. her şeyin bir karşılığı olduğunu aşkımızı kaybederek öğrendik.
rüyamda 3–4 yaşlarımdayım. yanımda uzun, kızıl saçlı bir kadın var. ince ve uzun boynu üzerine oturmuş güzel yüzü biraz sert ve düşünceli. tanımadığıma eminim ama yabancı gelmiyor. kadının kim olduğunu sormak için birilerine bakınıyorum ama yalnızız, kimseye soramıyorum. kadından gözlerimi kaçırdığım an, kucağımdaki bebeği fark ediyorum. beyaz, el işi, kenarları fırfırlı bir battaniyeye sarılmış uyuyor. daha önce hiç görmediğim bu bebek, daha önce gördüğüm tüm bebeklerden daha güzel. annemin televizyon izlerken yemem için hazırladığı karışıma benziyor kokusu; süt, muz ve bebe bisküvisi… en sevdiğim yiyecek gibi kokan bu şeyi o kadar seviyorum ki, kokusunu iyi duymak içim kafamı yaklaştırıyorum. tam derin bir nefes çekerken gözlerini açıyor. korkup geri çekiyorum kafamı ama elleriyle yakama yapışıyor. kulakları, gözleri, burnu, ağzı kanamaya başlıyor ve metalik bir sesle ağlıyor “senin olabilir miyim?” diye bağırarak. korkup ağlamaya başlıyorum. kadına çeviriyorum kafamı. bebeği istiyorum ama sebebini bilmediğim bir şekilde onun bir şey yapmasını bekliyorum. mavi gözleri çok kararlı bakıyor. bebeğin yakama yapışan minicik ellerini söküyor resmen. turuncu bir torbaya koyup büyük bir kutuya atıyor.
ağlayarak sıçrıyorum yataktan.
_______________ _ _______________
saat 14.32’de, randevumuza tam yirmi sekiz dakika kala bekleme salonundaki ikili, kırmızı koltuğa oturduk. yol boyunca hiç konuşmamıştık. erken gelmemiz kötü olmuştu. beklemek gerginliğimi iyice arttırıyordu. en yakın arkadaşı ayla kapıdan girdiğinde, ayla’nın selamına cevap verirken buluştuğumuz andan itibaren ilk kez sesini duydum o’nun. “merhaba” dedi. sesinde bir şeyler arıyordum ama yıllardır tanıdığım karım, bu sefer ruh haline dair hiçbir ipucu vermiyordu bana.
ikimiz de ayla’yı öpüp tekrar yerimize oturduk, ayla da karşıdaki koltuğa… gerekli olan imzayı atıp zoraki tuttuğum bu nöbeti ayla’ya teslim edecektim. hemşire o’nun adını okuduğunda birlikte doktorun odasına geçtik. gerekli belgeler hazırlanmıştı. doktor imzalamam için uzattığında, o ana kadar ilk kez gözlerine bakıp “sen daha önce okudun bunları değil mi?” dedim. asıl sorumun bu olmadığını biliyordu. gözlerini kaçırıp derin bir nefes çekti ofisin ilaç kokan havasından, “defalarca…”
ceketimin iç cebinden, babamın ilk işe başladığım gün hediye ettiği gümüş dolma kalemi çıkardım. o gün babamın oğlundan gurur duyarak hediye ettiği bu kalemle, doğmamış çocuğumun başlamayan hayatına son veriyordum şimdi. başlamayan bir şeye son vermenin mantıksızlığı haksızlığımı kanıtlıyorken, ben o’nun isteğini yerine getirip imzayı attım.
o an, elimdeki dolma kalemin ucuyla tüm iç organlarıma derin çizikler attığımı hissedememiştim. şimdiyse, o çiziklerden süzülen kanlar yüzünden yolumu bulamıyorum.
imzayı atıp kapıya yöneldim. o’nun yanından geçerken kafamı çevirip, gözlerine değil de arkasındaki pencereden görülen denize bakarak “akşam evde görüşürüz” dedim. cevap vermesini beklemeden çıktım. işe geri döndüğümde ofise sığamıyordum. o’na bir şey olacağı korkusunu kaplayacak kadar büyüyen bir pişmanlık duygusu vardı karşımda ve ben onunla savaşacak kadar güçlü hissetmiyordum şu an. kendimi üstüme gelen duvarlara boğdurmaktan vazgeçip sahile attım.
eve döndüğümde kapıyı ayla açtı bana. “hoş geldin” dedi ama sesimi çıkarmaya korkuyordum. soran gözlerimi fark ettiğinde “o iyi, içerde uyuyor. yanına git de kendin bak bir de, için rahatlasın” dedi. asıl sorumu anlayamamıştı. beni ancak o anlardı. “bitti yani öyle mi?” dedim.
kapıdan içeri girdiğimde bir kısmımı dışarıda bırakmıştım. o’nun yattığı odaya uğramadan direkt çalışma odama geçtim. kapıyı kilitleyip müzik setine yöneldim. hangisi olduğuna aldırmadan bir cd’yi koydum. sesi son ayara getirdim ve müzik başladığı an sinir sistemimin tüm iplerini koy verdim. pencerenin kenarındaki koltuğa oturmuş hıçkırarak ağlıyordum. olanlara nasıl izin verdiğimi düşündükçe kendimden nefret ediyor, o’nun bunu nasıl istediğini hala anlamlandıramıyordum.
hamile olduğunu ilk öğrendiğimiz gün, bebeği istemediğini de söyledi. bir ay boyunca kavgamız bitmedi. bunu planlamadığımızı, anne olmaya hazır olmadığını, çocuk sahibi olana kadar gerçekleştirmek istediği hayalleri olduğunu ve daha pek çok haklı bulduğu sebebini anlatırken, karşılık olarak benim de hayallerim olmasına rağmen bu çocuğu istediğimi anlatıp bebek sahibi olmanın büyüsünden bahsediyor, anlattıklarının hiçbirini düşünmeye değer görmüyordum. sonunda o’nun, uzun ve kızıl saçlarına âşık olduğum bu güzel kadının rızası olmadan bunu yapamayacağımı anladığımda dediğini kabul ettim. bir çarşamba sabahıydı ve o iki gün sonrası için randevu almıştı bile.
dünyanın en sarı cumasının öğleden sonrasında, işten çıkıp onu almaya giderken aklıma bir bebeğe ilk kez dokunduğum, hatta ilk kez bir bebek gördüğüm gün geldi. üç yaşındaydım ve ilk kuzenim doğalı sadece iki gün olmuştu. dayımların evinde hastaneden dönmelerini bekliyorduk. geldiklerinde bir curcuna oldu. herkes bebeği görmeye çalışıyor, sevgi sözcükleri ve dualarla doğumunu kutsuyordu. o güne kadar ailenin tek torunu olan biri olarak üzerimdeki ilgiyi paylaşmak zor gelmişti sanırım. fakat kıskanmaktan çok, korkuyordum bebekten. yengem tedirgin bakışlarımı yakaladığında gülümseyerek kucağıma almak isteyip istemediğimi sordu. omuzlarımı hayır anlamında yukarı kaldırdım. “gel hadi” dedi, “abisisin sen onun. bir tanış bakalım”. kanepeye oturtup kucağıma verdi bebeği, ilk kez o zaman gördüm. beyaz, el işi, kenarları fırfırlı bir battaniyeye sarılmış uyuyordu. daha önce hiç görmediğim bebek, daha önce gördüğüm her şeyden daha güzeldi. anneannem “melek gidi kokuyor maşallah” dediğinde merak ettim. koklamak için yüzümü yüzüne yaklaştırdım. herkes beni izliyordu, tanımaya çalıştığımın farkındaydılar. derin bir nefesle içime çektim kokusunu. annemin televizyon izlerken yemem için hazırladığı karışıma benziyordu kokusu; süt, muz ve bebe bisküvisi… en sevdiğim yiyecek gibi kokan bu şeyi o kadar sevdim ki o an, kafamı heyecanla kaldırıp “anne, bu benim olabilir mi?” dedim, sondaki –mi ekini isteğimin ne kadar büyük olduğunu belirtmek istercesine uzatarak. herkes gülse de, ben aslında çok ciddiydim o an. annem “baba olduğunda seninde olacak” dediğinde en kısa zamanda baba olmaya karar vermiştim, henüz 3 yaşındaydım, günlerden yine cumaydı.
_______________ _ _______________
o sarı cumayı takip eden cumartesi sabahına, yakama yapışmış her yeri kanayan bir bebeğin çığlıklarıyla uyandım, ağlayarak. hala çalışma odamdaki koltuktaydım. gözlerimi silip kalktım. nasıl uyuduğumu hatırlamıyordum. kapı hala kitliydi. kilidi çevirip kapıyı açtığımda o’nu gördüm. bitkin bir ifadesi vardı. yorgun bir sesle “günaydın” dedi. gözlerini benden kaçırıyor, onu suçladığımı sanıyordu. ama en çok, hatta sadece kendime kızdığımın farkında değildi. “günaydın” diye cevap verdim, sesimdeki soğukluğa engel olamıyor, o’nu görmeye hatırlattıklarından ötürü katlanamıyordum. “ben işe gidiyorum” deyip kapıya yöneldim. “üstünü değiştirmeyecek misin?” dediğinde asıl sorduğunun bu olmadığını biliyordum. kapıyı arkamdan çekmeden önce “bugün değiştirmeyeceğim” dedim gözlerine bakarak.
o sabahtan sonra bir daha gözlerine bakamadım. âşık olduğum kadın, bir insanın işleyebileceği en büyük suçu işlerken ortak olmuştu bana ve ben bu suçu hatırlatan hiçbir şeyi istemiyordum artık. gerekmedikçe konuşmamaya, aynı yatakta yatmamaya başladım. içinde bulunduğum ruh halini anlıyor ve bunun için kendini suçluyordu. her gün yeni bir ümitle yanıma yaklaşıyor, her yaklaştığında daha da uzaklaşmama sabırla katlanıyordu. o, bu dönemin geçeceğini düşünürken ben sadece onun gözlerine değil, çocuğumun katilini görmemek için aynaya bile bakmamaya çalışıyordum. her sabah aynı kâbusla uyanmaya başlayınca uyumaktan korkmaya, başladım. her gece uyumamak için çalışsam da, en sonunda sabaha karşı uykuya dalıyor ve gene aynı kâbusla uyanıyordum. her geçen gün daha hırçın olmaya başlamıştım.
en sonunda, o cuma gününden tam iki ay sonra, çocuğumu katledişimin 62. gününde ayrı yaşamaya başladık. bir süre yalnız kalmamın iyi geleceğini düşünerek ses çıkarmamıştı isteğime. evden çıkarken “kendine iyi bak” deyip yanağından öptüm. o kadar hızlı hareket etmiştim ki dudaklarımın yanağına değdiğinden emin değildim. çenemden tutup gözlerini gözlerime dikti. “çok uzun sürmeyecek değil mi?” dedi. bu sefer aslında sormak istediği şeyin bu olup olmadığını bilmiyorum. hiçbir şey düşünmeden “evet” dedim. kapıdan çıkarken ağladığını duydum ama dönmedim. dönmeyeceğimi ikimiz de biliyorduk. yanaklarım ıslanmaya başlamıştı. merdivenlerden inerken o’nu hala sevdiğimi düşündüm. hayalleri için çocuğumuzu kurban ederken birbirimizi kurban etmiştik istemeden. her şeyin bir karşılığı olduğunu aşkımızı kaybederek öğrendik.
Yorumlar
Yorum Gönder