daha tatlı uyandırmak için bir 10 dakika kadar yaprakla gıdıklamaya çalışmıştım ama başaramadım. üzerimde mutfak önlüğüyle yatağa girip arkasından sarıldım, sürekli olarak öpüyor ve konuşuyordum ama bu da fayda etmemişti. son çare olarak annemin ben çocukken kullandığı yönteme başvurdum. burnunu sıktım!
bir hışımla doğruldu yatakta. birkaç saniyelik ayılma sürecinden sonra amansız bir yastık savaşını başlattı suratıma indirdiği darbeyle. yatak odası dar gelmişti artık, aşağı salona indik. savaş hala devam ediyor, nefes almakta güçlük çekmeye başladığımız halde kahkaha atarak kendimizi zorluyorduk. sonunda "tamam" dedi, "yoksa öleceğim, dur."
savaşı bitirdik. ben bir kanepeye attım kendimi, o karşıdakine. nefes ritmini normale getirdikten sonra kafasını bana çevirdi.
- ne bu hal?
- ne var halimde?
- pijama altının üzerine mutfak önlüğü falan. seksi olmaya mı çalışıyorsun? amacın beni mi etkilemek?
burada büyük bir kahkaha patlattı.
- yok canım, bu benim doğal halim.
- nasıl doğal halin?
- e ben doğada böyle geziyorum.
- ahaha... sen uyanamadın mı hala? nasıl bir doğaymış bu?
- gel göstereyim sana.
elinden tutup bahçeye açılan kapıya götürdüm onu. bahar gelmiş, bahçe çiçeklerle kendinden geçmişti. gazeteden yaptığım kovboy şapkasını taktım kafasına. bir de sırt çantasını verdim. "noluyor ya hu?" deyince "safariye çıkıyoruz" dedim. güldü yine, ne olacağını bekliyordu. ben de hazırlandıktan sonra kapıyı açtım.
- hadi başlıyoruz, peşimden ayrılma. çok tehlikeli olabilir.
büyük bir kahkaha daha patlatmıştı. yürümeye başladık bahçenin içine doğru. "sessiz ol dedim, "burası zehirli yılanların çayırı. hiçbirini rahatsız etmemelisin". anlam veremeyen bakışlarla baktı yüzüme, ama hala gülüyordu. yürümeye devam ettik. bir yandan da etrafı kolaçan ediyordum. o da kıkırdamaya... "Ayy" diye küçük bir çığlık attı. yüzüne bakınca;
- yok bir şey, hortuma takıldım.
- ne yaptın sen?! yılanları rahatsız ettin işte. şimdi zehir püskürtmeye başlayacaklar.
son kelime ağzımdan çıktığı an yılanlar zehirlerini püskürtmeye başlamıştı. bahçe fıskiyelerinin hepsi çalışmaya başlamış, etrafa dağılan sular güneşin altında şıkır şıkır parlıyordu. ben kolundan çekiştirip onu yılanların püskürttüğü zehirden kurtarmaya çalışırken o kahkahalarla gülüyordu. durumu çakmıştı.
zehirli yılanlardan kurtulup da daha kuru bir yere geçtiğimizde o hala gülüyordu.
- şşşşiişttt.. sessiz ol.
- ne oldu yine?
- al bu torbayı.
- ne var bunda?
- büyülü yiyecekler.
- o ne be?
- aslanlı vadiye giriyoruz şimdi. eğer aslanların saldırısına uğrarsak bunlardan yedirip kurtulacağız.
yine büyük bir kahkaha patlattı. konuşmasına izin vermeden sürükledim kolundan. ağaçların arasından yürüyorduk. ben kulak kesilmiş etrafı kolluyordum. rolüme girmiştim. o da bana gülüyordu hala;
- ya delisin sen.
deli olabilirdim evet. gülüşü beni deli edebilirdi, hayatımda bu kadar güzel gülen bir başka kadın görmemiştim.
bir anda, geldiklerini gördüm. "geliyorlar" diye haykırdım. hiçbir şey anlamamıştı.
- şimdi sessiz ol. sakın kıpırdama. buradalar ve birazdan yanımızda olacaklar. sadece büyülü yemlerini ver.
gülmeyi bırakmış olan biteni anlamaya çalışıyordu. her sabah mama verdiğim onlarca kedinin yanımıza geldiğini görünce tekrar başladı kahkahalarına. bir yandan gülüyor bir yandan da kedilere/aslanlara yem veriyorduk.
kediler mamaya daldıklarında "tamam" dedim, "hadi şimdi yemek zamanı."
göl kıyısına doğru yürümeye başladık. karşımızdaki ağaçların arkası göldü. sarılmış yürüyorduk.
- çok acıktım ben.
- tamam geldik sayılır. hemen gölün kenarında bizi bekliyor sürpriz.
- ne sürprizi?
"kendin gör" dedim. sustum, sadece sırıtıyordum. merakına yenilip önden koşmaya başladı. ağaçların arasında kaybolduktan kısa bir süre sonra ayak sesleri kesildi. sesi de çıkmayınca merak edip ben de koşmaya başladım. şu ana kadar sevinç çığlıklarıyla inletmeliydi gölü. ağaçların arasına girip göle doğru koşmaya devam ettim. bir anda, sağ tarafımdan küçük bir ses geldi ve az sonra sesin sahibi üzerime atladı.
- sen manyaksın!!!
deli gibi gülüyordu.
- asıl sen manyaksın. korkuttun beni!
- hayır hayır. ben senin yanında bir hiçim. gölün yanına çocukluğumda oynadığım gibi oyun çadırı kurmuşsun adam! manyak değil de nesin?
kucağım konuşmaya devam ediyordu. anlatırken sesi yükseliyor, gözleri kocaman açılıyor ve büyük el kol hareketleri yapıyordu. oyun çadırını görünce yaşı da küçülmüştü sanki.
beyaz çarşaflardan yaptığım oyun çadırına girdik beraber. kahvaltımızı da hazırlamıştım. önce güzelce karnımızı doyurduk. sonra çadırın önünde oturduk göle karşı.
kafası dizlerimdeydi. arada doğrulup dudaklarıma küçük ya da ateşli öpücükler konduruyor ve "seni seviyorum" diyordu.
mutluydu, mutluydum...
bir hışımla doğruldu yatakta. birkaç saniyelik ayılma sürecinden sonra amansız bir yastık savaşını başlattı suratıma indirdiği darbeyle. yatak odası dar gelmişti artık, aşağı salona indik. savaş hala devam ediyor, nefes almakta güçlük çekmeye başladığımız halde kahkaha atarak kendimizi zorluyorduk. sonunda "tamam" dedi, "yoksa öleceğim, dur."
savaşı bitirdik. ben bir kanepeye attım kendimi, o karşıdakine. nefes ritmini normale getirdikten sonra kafasını bana çevirdi.
- ne bu hal?
- ne var halimde?
- pijama altının üzerine mutfak önlüğü falan. seksi olmaya mı çalışıyorsun? amacın beni mi etkilemek?
burada büyük bir kahkaha patlattı.
- yok canım, bu benim doğal halim.
- nasıl doğal halin?
- e ben doğada böyle geziyorum.
- ahaha... sen uyanamadın mı hala? nasıl bir doğaymış bu?
- gel göstereyim sana.
elinden tutup bahçeye açılan kapıya götürdüm onu. bahar gelmiş, bahçe çiçeklerle kendinden geçmişti. gazeteden yaptığım kovboy şapkasını taktım kafasına. bir de sırt çantasını verdim. "noluyor ya hu?" deyince "safariye çıkıyoruz" dedim. güldü yine, ne olacağını bekliyordu. ben de hazırlandıktan sonra kapıyı açtım.
- hadi başlıyoruz, peşimden ayrılma. çok tehlikeli olabilir.
büyük bir kahkaha daha patlatmıştı. yürümeye başladık bahçenin içine doğru. "sessiz ol dedim, "burası zehirli yılanların çayırı. hiçbirini rahatsız etmemelisin". anlam veremeyen bakışlarla baktı yüzüme, ama hala gülüyordu. yürümeye devam ettik. bir yandan da etrafı kolaçan ediyordum. o da kıkırdamaya... "Ayy" diye küçük bir çığlık attı. yüzüne bakınca;
- yok bir şey, hortuma takıldım.
- ne yaptın sen?! yılanları rahatsız ettin işte. şimdi zehir püskürtmeye başlayacaklar.
son kelime ağzımdan çıktığı an yılanlar zehirlerini püskürtmeye başlamıştı. bahçe fıskiyelerinin hepsi çalışmaya başlamış, etrafa dağılan sular güneşin altında şıkır şıkır parlıyordu. ben kolundan çekiştirip onu yılanların püskürttüğü zehirden kurtarmaya çalışırken o kahkahalarla gülüyordu. durumu çakmıştı.
zehirli yılanlardan kurtulup da daha kuru bir yere geçtiğimizde o hala gülüyordu.
- şşşşiişttt.. sessiz ol.
- ne oldu yine?
- al bu torbayı.
- ne var bunda?
- büyülü yiyecekler.
- o ne be?
- aslanlı vadiye giriyoruz şimdi. eğer aslanların saldırısına uğrarsak bunlardan yedirip kurtulacağız.
yine büyük bir kahkaha patlattı. konuşmasına izin vermeden sürükledim kolundan. ağaçların arasından yürüyorduk. ben kulak kesilmiş etrafı kolluyordum. rolüme girmiştim. o da bana gülüyordu hala;
- ya delisin sen.
deli olabilirdim evet. gülüşü beni deli edebilirdi, hayatımda bu kadar güzel gülen bir başka kadın görmemiştim.
bir anda, geldiklerini gördüm. "geliyorlar" diye haykırdım. hiçbir şey anlamamıştı.
- şimdi sessiz ol. sakın kıpırdama. buradalar ve birazdan yanımızda olacaklar. sadece büyülü yemlerini ver.
gülmeyi bırakmış olan biteni anlamaya çalışıyordu. her sabah mama verdiğim onlarca kedinin yanımıza geldiğini görünce tekrar başladı kahkahalarına. bir yandan gülüyor bir yandan da kedilere/aslanlara yem veriyorduk.
kediler mamaya daldıklarında "tamam" dedim, "hadi şimdi yemek zamanı."
göl kıyısına doğru yürümeye başladık. karşımızdaki ağaçların arkası göldü. sarılmış yürüyorduk.
- çok acıktım ben.
- tamam geldik sayılır. hemen gölün kenarında bizi bekliyor sürpriz.
- ne sürprizi?
"kendin gör" dedim. sustum, sadece sırıtıyordum. merakına yenilip önden koşmaya başladı. ağaçların arasında kaybolduktan kısa bir süre sonra ayak sesleri kesildi. sesi de çıkmayınca merak edip ben de koşmaya başladım. şu ana kadar sevinç çığlıklarıyla inletmeliydi gölü. ağaçların arasına girip göle doğru koşmaya devam ettim. bir anda, sağ tarafımdan küçük bir ses geldi ve az sonra sesin sahibi üzerime atladı.
- sen manyaksın!!!
deli gibi gülüyordu.
- asıl sen manyaksın. korkuttun beni!
- hayır hayır. ben senin yanında bir hiçim. gölün yanına çocukluğumda oynadığım gibi oyun çadırı kurmuşsun adam! manyak değil de nesin?
kucağım konuşmaya devam ediyordu. anlatırken sesi yükseliyor, gözleri kocaman açılıyor ve büyük el kol hareketleri yapıyordu. oyun çadırını görünce yaşı da küçülmüştü sanki.
beyaz çarşaflardan yaptığım oyun çadırına girdik beraber. kahvaltımızı da hazırlamıştım. önce güzelce karnımızı doyurduk. sonra çadırın önünde oturduk göle karşı.
kafası dizlerimdeydi. arada doğrulup dudaklarıma küçük ya da ateşli öpücükler konduruyor ve "seni seviyorum" diyordu.
mutluydu, mutluydum...
şimdi tutup bütün yazıyı koskoca duvarlara yazmak vardı.. ha yazanda vardır belki bilmiyorum ama tek bildiğim son iki kelime;
YanıtlaSil"mutluydu, mutluydum..."
eline sağlık, bu hakkaten hisli olmuş..
Şahane :)
YanıtlaSilsenden bir tane klonlayabilir miyiz?:)
YanıtlaSil@( f )( k )( h ): bunları yaşayacak biri olsa da gökdelenlere yazsak. :)) teşekkür ederim...
YanıtlaSil@Adsız: teşekkürler... :))
@stuven: hayır hayır, tek kalmak istiyorum. :P
çok kötü sdlfkjsfjlj
YanıtlaSilya senin yorumlarını kale almıyorum. dkashdks
YanıtlaSil