Ana içeriğe atla

Kırmızı kaşkol

Kırmızı kaşkolünü takıp çıktı sokağa. Yürüdü. Sadece yürüdü. Ne düşündü ne de başka bir şey...

Sadece yürüdü.

Yürümek rahatlatan bir şeydi sanırım onun için. Bir yerlerden uzaklaşmak beyninden ve bedeninden de uzaklaştığı hissini yaşatırdı ona. Bu da dinginlik demekti. Sakinlik. Hiçbir şeyin olmaması demekti yanında, sağında, solunda ve arkanda.

Yürüdüğü yollar tanıdıktı en başta. Sonra çok da alışık olmadığı ama gene de bildiği yollar uzandı önünde.

Ne kadar zaman geçmişti bilenmez. Kara batıp çıkan ayaklarının donmaya başladığını hissettiği andı herhalde. Durdu. Döndü, arkasına baktı. Sanki birini aradı. Ama kimi arayabilirdi ki. Ne için baktı sanki. O da bilemedi.

Düşündü. Yola çıktığından beri, ilk kez o an, aslında pek çok şeyi bilmediğini düşündü. Tarihle ilgili hiçbir şey bilmezdi mesela. Sadece, Malazgirt Meydan Muharebesi’yle Anadolu’nun kapılarının Türklere açıldığı kalmış aklında. Annesinin neden onu hiç emzirmediğini de bilmezdi. Ya da neden terk ettiğini de… Doktor oral tatminsizlik demişti tırnaklarını yeme problemi için. Çocukluğunda annesinin memesini emmediği içinmiş. İlk kez o zaman annesinin onu daha küçücük bir çocukken terk ettiğine üzüldü. “Madem terk edecektin, bari emzirseydin.”

Doktor bir çok sorununu da buna bağlamıştı. Ona ilgi gösteren her kadınla yatmak isteyişi, onları bu istekle ayartması, sonra da sadece sarılarak uyumasının tek sebebi gene buymuş mesela.

O kadınların şaşkınlığı geldi sonra aklına. O bakışmalar, dokunmalar ve öpüşmelerden sonra sabaha kadar sevişeceklerini düşünen kadınlara, sadece kendilerine sarılıp uyumak istediğini söylediğinde kadınların yüzünde oluşan şaşkınlık ifadesi… Ne kadar da sıkıcıydı.

O hiçbir şeye şaşırmazdı çünkü. Şaşırabileceği ne kalmıştı ki. Eğer bir gün, ilk kez, bir şeye şaşırırsa bunu da şaşırmazdı.

Sıkıldı düşünmekten. Gene beynini susturmaya çalıştı. Demin ki gibi kat-i sessizlikti istediği.

O an karşıdan gelen iki güçlü ışık gözünü aldı. Durdu. Gözlerine siper etti elini. Gelen araba yanından geçerken yavaşladı. Onu geçti ve biraz ilerden geri geldi.

“İsterseniz sizi gideceğiniz yere bırakabilirim” dedi ince bir ses.

Eğilip açılan otomatik camdan içeri baktı. Tam seçemedi yüzünü. Ama kadındı.

“Teşekkür ederim ama hiç gerek yok.” dedi. Sesi o kadar kırılgan çıkmıştı ki, o soğukta, havada donacak ve biraz sonra çatlayacak diye düşündü kadın.

“Hadi ama… Saatten haberiniz var mı sizin? Hem kar da yağıyor. Binin arabaya. Lütfen…”

Bu “lütfen” kelimesi insan sesinin en masum tonunda söylenmişti. “Çocuk gibi.” dedi içinden. “Eğer annem beni terk etmeseydi, çocukken onu kızdırdığımda ondan böyle af dilerdim herhalde”

Hiçbir şey demeden bindi arabaya. Arka koltuğa oturdu ama nedenini bilemedi. Düşünmedi de zaten…

Sustular…

Uzun süre sonra kafasını kaldırıp camdan dışarıyı görmeye çalıştı… Hala evine yaklaşmamışlardı bile. Ne çok yürümüş…

“Siz susunca bende sustum ama artık birkaç kelime edelim isterseniz?” dedi kadın.

Uzun sessizlikten sonra acayip gelmişti kulağına bu sesler. Uykudan uyanmak istermiş gibi gözlerini kapayıp açtı. Sesi dondurucu bir tondaydı: “Ne konuşmak istersiniz?”

Kadın bu cümleyle karın soğuğundan daha fazlasını hissetti teninde. Cümlenin kendisi değil ama adamın tonlaması o kadar soğuktu ki…

Fark etti kadının bozulduğunu. “Şeyyy… Üzgünüm. Sinirlerim bozuk biraz. Kabalık etmek istemezdim.” Soğuğa rağmen kızarmasına şaşırdı. Daha önce hiç kızarmayan biri bu soğukta nasılda ateşe gömülmüştü.

“Rica ederim. Önemli değil.” dedi ve bir daha terslenme korkusuyla sustu.

“Adım Erk… Senin?”

İlk kez sen demişti. Biraz pişman oldu sanki. Ne gerek vardı ki. Yanlış anlamasaydı bari…

Kadın sevdi bu başlangıcı. Anlamıştı hatasını ve sıcaklık olsun diye sen demişti. Bir artı puandı bu. “Bende Buse.” Bunu söylerken aynadan arkadaki gözlere bakıyordu. Belliydi bu ilgi gösterisinin zoraki yapıldığı. Kadın bir şey yapma ihtiyacı duydu. “Şurada bir kahve içer misin benle?”

“Olur!” sesindeki coşkuya kendi de anlam verememişti. Kadının gönlünü almak için yapılacak olsa bile fazla bir tavırdı bu.

Arabadan inip yol kenarındaki salaş kafeye girdiler. Hemen oturdular. Kahveler gelene kadar kimse konuşmadı. İlk yudumu alırken “Kötü bir şey mi var?” deme cesaretini gösterdi Buse. Gelecek cevaptan korktu biraz. Tanımadığı bir adama neden böyle bir şey sorduysa.

Kafasını kaldırıp kadına baktı Erk. Hala bir şey dememişti. Sadece bakıyordu.

Buse rahatsız oldu. “Özür dilerim. Beni ilgilendirmez tabi. Kusura bakma lütfen…” Buse’nin rengi değişmişti. Kafasını kocaman kahve fincanına sokmak ister gibi yumuldu fincana, gözlerini adamdan kaçırıyordu.

Gözlerini kadının üstünden çekip fincanın ağız kısmı etrafında dönen parmağını takip etmeye başladı Erk. “Belli bir şey yok aslında. Bir iç hesaplaşma ve bunun verdiği yorgunluk. İnsan kendini sorgularken, hayatından sıkılırken çok fazla güç harcıyor sanırım.”

Bu sefer Buse adama dikti gözlerini. Farklı bir adamdı bu. Onunla yaşamak zor olsa gerek. “Zor olsa gerek tabi. İnsan kendine dışarıdan bakamıyor.” dedi kahveden bir yudum daha almadan önce Buse.

Kafasını salladı sadece Erk…

“Belki bıraksan, hiç düşünmesen daha iyi... Yani bu güne kadar kimse kendiyle olan sorunlarını bitirememiş. Sen neden uğraşasın ki…” yeniden girmişti söze Buse kahvesinden aldığı yudumun ardından.

“Takatim kalmadı sanırım hiçbir şeye. Hemen bitsin istiyorum. Ben bitiremezsem kimse bitiremez gibi geliyor. Öyle boşa da olsa kürek çekmek beni rahatlatıyor.”

Kafasını anlıyorum der gibi sallayarak başka bir yudum için ağzına götürdü fincanı Buse.

“Tüm yarınlarımı bir tek dünüme değiştim demişti genç yaşta ölen ünlü bir kadın. Ben de tüm dünlerimi yarınlarım için didik didik ediyorum. Bir şey buldun mu dersen sana cevap veremem. Ama bunu yapmayınca hiç duramıyorum.”

Buse dikkatlice devamını bekliyordu konuşmanın.

Erk, yabancı biriyle konuşmanın verdiği huzurun doruğundaydı. Devam etti.

- Annem ben doğduktan bir hafta sonra terk etti beni. Etmiş yani. Bunu öğrendiğim andan itibaren nedenini merak ediyorum. Bu kadar sevilemeyecek biri miydim ki diyorum kendi kendime. Daha ufacık bir bebektim o zaman. Ne yapmış olabilirim ki?
- ...
- Biliyor musun? Çocukken Sezen Aksu’yu annem sanırdım. Birileri onu kaçırmıştı ve zorla şarkı söyletiyorlardı. O da tüm şarkılarını bana söylüyordu. Geçen gün bunu anlattığımda psikoloğum bunun beynimin acıyı hafifletmek için oluşturduğunu söyledi. Kendi kendime küçük bir hikâye yazmışım yani. Bunun büyük bir acı olduğunu doktor bunu söylediğinde anladım aslında. Ha bir de Sezen Aksu’nun yani annemin “Küçüğüm” şarkısını bana yazdığını düşünürdüm. Benden af dilerdi o şarkıda. Bende zordayım derdi. Bu yüzden seni bırakıp gittim derdi. Bende anlardım onu. Affederdim. Şimdi affedemiyorum ama…

Buse elindeki fincana bakarak buruk bir gülümseme yerleştirdi dudaklarına, suratına. Konuşmadı.

Erk daha önce hissetmediği tüm duyguları hissediyordu artık sanki. Merak duygusu mesela... Kadın neden gülüyordu böyle? Bir şeyi hatırlamış gibiydi. Ne olduğunu merak ediyordu o an.

“Ben de çocuğumu bırakıp gitmek zorunda kaldım biliyor musun? Şimdi benim oğlumun da bu durumda olabileceği fikri pekiyi gelmedi sanırım bana.”

Bu cümleleri Buse’nin ağzından döküldüğünde Erk’in merakı dindi ama pişman olmuştu Erk sanki. Anlattıklarının kötü şeyler hatırlatmasına üzüldü. Ama aynı anda annesine duyduğu kin tüm azametiyle ayaklanmıştı. Sanki annesiydi karşısındaki.

Buse’nin yaşarmış gözlerine kitlenmiş gözlerini geri çekmeye çalışırken titrek bir sesle sordu. Sanki soruyu kendi annesi cevaplayacaktı. “Peki… Neden gittin?”

Yıllardır yapamadığı bir şeyi yapmış gibi rahatladı o an. Kırmızı kaşkolünün püskülleriyle oynamaya devam etti. Cevabı beklerken artan heyecanını atlatmanın yolu buymuş gibi.

“Babasıyla sürekli kavga eden bir çift olmuştuk, ayrılmak için dava açtım. Boşanmayı kabul etti ama oğlum bende kalacak dedi. İtiraz etmemle birlikte oğlumu kucağına aldı ve bağırmaya başladı. Eğer oğlumu almaya kalkarsan buna her şekilde engel olacağını söyledi. Onu bana vermektense öldüreceğini söyledi ve elindeki sigarayı oğlumun o küçücük ayağına götürdü. O haldeyken hayır diyemezdim. Tamam diye bağırdım haykırarak. Ben ayrıldım evden. Oğlumu geri almaya söz vererek. Daha sonra kaybettim izlerini, benden kaçırıyor hala oğlumu. O günden beri o yaştaki her çocuk benim oğlum gibi geliyor. Hangi sebeple olursa olsun bırakıp gitsen de, hep senin oğlun kalıyor geride bıraktığın o çocuk. Annen de seni unutmamıştır emin ol.”

İçinde bir ferahlık hissetti Erk. Hikâye kendi hikâyesiyle uyuşmasa da son cümle onu kendinden geçirdi. “Hangi sebeple olursa olsun bırakıp gitsen de o hep senin oğlun kalıyor geride bıraktığın o çocuk.”

Kadın, Erk’in bu cümleyi tekrar ettiğini duyduğunda anladı o an ne hissettiğini. O da rahatlamıştı. Sanki kendi oğluna yapmıştı bu açıklamayı. Kahvesinden son yudumunu alırken oğlundan özür diledi sessizce, daha cesur olamadığı için. Fincanı masaya bırakıp arkasına yaslandığında az öncekinden farklı bir şey vardı havada.

Biraz sonra bir şarkı çalmaya başladı mekânda. Erk yaslandığı sandalyeden biraz kaykılıp camdan baktı. Kar yeniden yağıyordu. Bu sefer hoşuna gitti bu görüntü. Beyaz, güzel bir renkti. Tekrar yaslandı arkasına. Gözlerini kapayıp düşünmeye başladı. Belki de onun annesi de hala seviyordu onu. Belki de isteyerek bırakmamıştı. İyi ihtimaller de düşünülebilirdi. O andan itibaren annesine kızamayacağını fark etti ve ona şarkılar söyleyen annesini değil de gerçek annesini ilk kez affetti. Her ne kadar eksikse de bir yanı, uzakta da olsa da bir annesi olsun diye affetmesi lazımdı onu.

Çalan şarkıyı o an fark etti. Bir “anne” çocuğundan özür diliyordu şarkıda. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bir şey vardı şimdi içinde. Farklı bir şey… Adını bilmediği bir rahatlık türü... Dertsizlik gibi mutluluk gibi değil. Başka bir şey…

Buse geldi aklına. Sorununu ancak kendi kendine çözebileceğini düşünürken hiç tanımadığı biri çözmüştü sorununu. Daha doğrusu başka başka pencereler açmıştı önünde. “Ne güzel bir gece.” dedi içinden. Buse’ye çevirdi kafasını minnetle karışık başka, farklı duygularla…

“Huzur… Şu an hissettiğin şeyin adı huzur…” dedi Buse hemen.

Erk durdu. “Evet, huzur…” Bulmuştu adını o acayip hissin işte… “Gidelim mi?” dedi Buse’ye. Bunu söylerken elini tutuyordu. Buse şaşırmadı. Beklediği bir şeymiş, sanki her zaman el elermiş gibi baktı Erk’in yüzüne…

“Gidelim” dedi o da.

Açılan kapı rüzgâr yüzünden hızla kapandı. Masada kalan fincanlarda ise dudak izi değil bir iç hesaplaşmadan sonra işlevini yitiren kinin tortusu vardı.

_________


Yazıdığım ilk ciddi öyküyü okudun... yazım tarihi: 03.03.2007 saat: 00.24

Yorumlar

  1. ama olmaz ki:) insan ilk öyküsünü böyle güzel yazmaz ki.(daha ilk öyküsünü yaz(a)mayan yazar söylemi)

    YanıtlaSil
  2. ahaha... çok teşekkür ederim. :))

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

O çok şanslı bir kadın

başucumdaki komodine uzanıp tabakamla gümüş çakmağımı aldım. sigara paketlerine oldum olası kılımdır. tabakalarsa her zaman daha karizmatik gelmiştir gözüme, daha erkeksi. sigaramı yakıp geri koydum yerine ikisini de, üzerlerine işlenmiş harflere kısacık bir an baktım sadece. üç tarafımdaki açık pencerelerden giren serin rüzgâr temmuzun bunaltan sıcağını hafifletmeye başladığında o girdi odaya. çırılçıplaktı. hayatımda gördüğüm en güzel vücutlardan birine sahipti. diri ve dik göğüslerinin etkisini kasıklarımda hissedebiliyordum. “camları kapatayım mı?” dediğinde hayır anlamında kafamı salladım sigaramdan derin bir nefes alırken. yatağın hemen karşısındaki boy aynasının önüne geçti. kalçaları iki iri su damlası gibiydi, kasıklarıma dayandığını düşündüm bir an. bir vücuduna bir de aynadan gözlerime bakıyordu. gözbebeklerimde hayranlığımı görmek için can atsa da istediği ışığı göremiyordu. - istiyor musun beni? - istemesem sevişmeyecek misin benimle? yüzündeki ifadeden sinirlendiğini anlı

Broşür

- Hayır, anlamıyorum, beni neden sürüklüyorsunuz peşinizden. Sevmiyorum abicim böyle klasik müzik falan, diye çemkiriyordum beni buraya zorla getiren arkadaşlarıma. Verdiğim paradan, o parayla zevk alarak yapabileceğim şeylerden tutun da arkadaşlarımın benim zevklerime vekişiliğime yaptığı baskıya kadar her şeyi malzeme yapmıştım bu çemkirişlerime. Konsere ara verilmişti. Ünlü kontrtenor Andreas Scholl ve yine ünlü piyanist Tamar Halperin kulise geçmişlerdi az önce, alkışlarla. Aslında müziğin her türlüsünü severdim ama o gün huysuzluğum üzerimdeydi. Arkadaşlarım da, durumun farkında olduklarında mı yoksa benden sıkıldıklarından mı bilmem, beni dinlemiyor kendi aralarında konserin ilk bölümünün kritiğini yapıyorlardı. Ciddiye alınmamış olmam beni iyice sinirlendirince kaldığım yerden devam ettim; - Gıy gıy gıy… İçim bayıldı. Yeter artık. Aloooo… Size diyorum! - Aslında o kadar da kötü değildir klasik müzik. Bu ince ve narin ses, hemen sağ tarafımdan geliyordu. Sinirli ve bezgin ifa

Son Sardunyalar...

“Bu son nefesim” diyerek bitirmediğim her sigaramın arkasından bir tane daha yakmak zorunda kalıyorum. Kül tablasında unutup da kendiliğinden sönen sigaraları içilmiş saymıyorum çünkü. Ben, yine bu sebeple ikinci sigaramı yakarken o odaya girdi. Akşamdan beri ilk kez kafamı çevirip baktım, yüzüne değil de boşluğa bakar gibi… Üzerinde geçen yaz eteğine döktüğüm kahveyle lekelediğim maksi elbisesi vardı. Hatıralarımla veda etmek istediğini anlamak benim için pek de zor olmadı. Onu izlemeyi bırakıp yüzümü tekrar cama döndüm. _______________ _ _______________ Başka bir hayat yaşamaya karar verdiğinden habersizdim dün akşama kadar. Yemek yerken yeni planlarından bahsetmeye başladığında şaşırmayı bile beceremedim. Ben, bitmeyen bir hayatı birlikte yaşayacağımızı düşünürken o, içinde beni barındırmayan hayallerin başkahramanı ilan etmiş kendini. Kızmaya hakkım olsa bile kızamayacağımı bildiğinden mi bilinmez, sükûnetle anlattı bana bundan sonra yapmak istediklerini. Anlatırken yemek yemeğe de